6 Şubat 2023…
Sabahın ilk saatlerinde, Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle sarsıldık.
13 ili doğrudan etkileyen, 50 binden fazla insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın evsiz kaldığı bir yıkım…
O gün sadece binalar değil, bir sistem çöktü.
Betonun, rantın, denetimsizliğin üzerine kurulu bu sistem, en zayıf anında gerçeği yüzümüze çarptı: İktidar, insanı değil, sermayeyi koruyordu.
İki yıl geçti.
Ama gerçekten geçti mi?
2 yıl sonra iktidar nerede?
O gün, “geliyoruz” diyenler, yardım çığlıkları molozların altından yükselirken, “kader” diyenler; sorumluluğu üstlenmek yerine “metafizik sığınaklara” kaçanlar, denetimsizliğin adını “fıtrat” koyanlar hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etti.
Ve yıkım hala taze.
Kalıcı konutlar vaat edildi; ancak teslim edilenler, ihtiyacı karşılayamıyor.
Konteynerlerde yaşamaya mahkûm edilen on binler, borçlandırılan mağdurlar, sağlık hizmetine erişemeyen hastalar, eğitimi yarım kalan çocuklar…
Hayatın her alanında derinleşen sorunlar karşısında iktidar dilsiz…
Bugün, iki yıl sonra, aynı sorular yanıt bekliyor.
O gece enkaz altında saatlerce yardım bekleyenler, “Sesimi duyan var mı?” diye haykıranlar… hâlâ konteynerlerde, çadırlarda, yıkıntılar arasında yaşam mücadelesi veren insanlar seslerini duyurabiliyor mu?
İktidar, depremin hemen ardından hızlı bir toparlanma vaadiyle ortaya çıktı.
“Bir yıl içinde herkes kalıcı konutlarına kavuşacak” dendi.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, o söz tutulmadı.
Hâlâ çözülemeyen sağlık sorunları, konteynerlerde hizmet veren sağlık altyapısı, eğitime erişemeyen çocuklar, kullanılmayan derslikler…
21 metrekarelik konteynerlerde yaşama sıkıştırılan binlerce insanın içinde kaybolduğu bir felaketin ikinci yılındayız.
SORUMLULUKTAN KAÇIŞ
Depremin ardından sistemin açıkları, bir kez daha gözler önüne serildi.
Neoliberal ekonomi politikalarının doğasında yer alan sermaye birikimi, kamu kaynaklarını sermaye lehine tahsis etme anlayışı, bu felaketin bilançosunu daha da ağırlaştırıyor.
David Harvey’in neoliberalizm tanımı tam da burada devreye giriyor: Devlet, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak yerine, özel sermaye için kâr alanları açan bir araç haline getiriliyor.
AKP’nin inşaat odaklı ekonomi modeli, depremin ardından Hatay başta, diğer kentlerde de bir kez daha yüzünü gösterdi.
Kentin yeniden inşasında halkın söz hakkı yok.
TOKİ projeleri, acele kamulaştırmalar, köylülerin topraklarının gasp edilmesi… kamu yararı adı altında yürütülen bu süreç, aslında bir rant ve mülksüzleştirme organizasyonu…
Bugün birçok yer hâlâ enkaz altında.
Binaların yerine yükselen dev şantiyeler, sermayeye yeni birikim alanları açmak için kurgulanmış.
Ancak halk için değişen bir şey yok.
Su yok, elektrik yok, altyapı yok, sağlık yok, eğitim yok…
Peki ne var? Rant var, sömürü var, yıkım var…
DENETİMSİZLİK, KADER VE SORUMLULUĞUN ÖRTBAS EDİLMESİ
Depremin hemen ardından iktidarın açıklamaları da hafızalarımızda taze: “Bu, kaderdir…”
Sorumluluk almaktan kaçınan bir yönetim, denetimsizliği, liyakatsizliği ve rant düzenini “kader” söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştılar.
Oysa bu bir kader değil, bir tercih.
Yapı denetim mekanizmalarının işlemediği, çürük binalara göz yumulduğu, mühendislik yerine kâr hırsının belirleyici olduğu bir sistemde yaşanan her felaket, bir politikanın sonucu…
Devletin kamusal çıkarları bir kenara bırakıp özel sermayeyi öncelediği neoliberal zorbalık, Türkiye’de en çıplak haliyle deprem sonrasında kendini gösterdi.
Denetimsiz inşaat sektörü, çarpık kentleşme, yıkılan binaların altında kalan binlerce insan…
Bunlar doğal afetin değil, neoliberalizmin hanesine yazılan felaketlerdir.
İktidarın inşaat odaklı ekonomik modelinde, şehirleri yeniden inşa etmek demek, beton şirketlerine milyarlarca liralık rant sağlamak demek.
Afet sonrası süreç, yurttaşların yaşam hakkını değil, müteahhitlerin kâr marjlarını koruyan politikalarla yönetildi.
Oysa devletin asli görevi halkını korumak değil mi?
O halde iki yıl geçmesine rağmen:
Hâlâ neden depremzedeler konteynerlerde yaşamaya devam ediyor?
Sağlık hizmetlerine erişim neden bu kadar zor?
Eğitim neden hâlâ çözülemeyen bir problem olarak karşımızda duruyor?
Sigortasız, düşük ücretle, uzun saatler çalıştırılan işçiler neden kaderine terk ediliyor?
Deprem bölgesinde ekolojik yıkım neden durdurulmadı?
Şehir planlamasında halkın sözü neden yok?
Hatay halkı, seçimler öncesi tehdit edildi: “Bizi seçmezseniz hizmet gelmez.”
Peki şimdi, erel ve merkezi iktidar aynı çizgide olmasına rağmen, neden hâlâ hizmet yok?
Bu soruların cevabı basit: Bu düzen, insan için değil, sermaye için kurulmuş bir düzen ve biz bu düzeni kabul etmiyoruz!
Unutmayalım…
Bu ülkenin en büyük yıkımlarından birini yaşadık.
Ama sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin hesabını da sormak zorundayız. Çünkü bu enkazın altından sadece kayıplarımız değil, adalet arayışımız da yatıyor.
Unutmayacağız.
Çünkü bu, sadece bir felaketin değil, bir ülkenin vicdanının mesesi…
Daha evine girmeden borçlu hale getirilen yurttaşlar, bir devletin sorumluluklarını “ticari taahhütlere” dönüştüren neoliberal vahşetin tam ortasında bırakıldı.
Bir kent planı olmadan, halkın sesi duyulmadan, kimlerin nereye yerleştirileceği belli olmadan yürütülen “yeniden inşa” politikası, depremzedeleri kendi şehirlerinde mülksüzleştirme sürecine soktu.
Öyle ki, kimin nereye yerleşeceği bile belirsizken, inşaat ihaleleri çoktan dağıtılmıştı.
Meselemiz ; onarılmayan hastaneler, hâlâ konteynerlerde verilen sağlık hizmetleri, altyapı sorunları nedeniyle salgın hastalık riskiyle karşı karşıya bırakılan halk…
Deprem bölgesinde çalışan işçilerin büyük kısmı sigortasız, güvencesiz, düşük ücretlerle çalıştırılanlar.
Yasa dışı uzun saatler dayatılması, itiraz edenlere işsizlik sopası gösterilmesi…
Resmi düzenlemelerin bile sermayenin çıkarlarını gözeterek sigortasız çalıştırmayı bir hak haline getirmesi.
Depremin görünmeyen yükünü yine en çok kadınlar çekiyor olması meselemiz…
Kadınlar için deprem sadece fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda yoksulluğun, güvencesizliğin ve şiddetin daha da derinleştiği bir süreç…
Kadın emeği, çocuk ve yaşlı bakımı, sağlık hizmetleri gibi toplumsal yükleri artırarak görünmez hale getirildi.
Üstelik bu yükün, 21 metrekarelik konteynerlere hapsedilmesidir meselemiz…
Hatay başta olmak üzere yeşil alanların, zeytinliklerin, tarım topraklarının hızla betonlaştırılıyor olması, inşaat projeleri uğruna köylülerin topraklarının acele kamulaştırılıyor olması, zeytinliklerin katlediliyor, doğanın sermaye lehine feda ediliyor olmasıdır meselemiz….
Şehir, bir rant alanına dönüştürülürken halkın bu sürece dair hiçbir söz hakkının olmaması da…
Evet; 6 Şubat’ın yıldönümünde unutmayacağız:
Depremden sonra kader ve fıtrat söylemleriyle sorumluluktan kaçanları,
Denetimsiz inşaat projeleriyle on binlerce insanın ölümüne neden olanları,
Hâlâ çadırlarda, konteynerlerde yaşamaya mahkûm edilenleri,
Depremin enkazı kaldırılmadan, kent planı yapılmadan, halkın rızası alınmadan sürdürülen talan politikalarını,
Yağmalanan tarım arazilerini, zehirlenen toprakları, zeytinlikleri,
Ve tüm bunlara rağmen direnmeye devam edenleri…
Unutmayacağız.
6 Şubat, sadece kayıplarımızı anma günü değil, aynı zamanda hesap sorma günü.
Bu felaket, ihmallerin, rant düzeninin, denetimsizliğin ve halkın en temel haklarının yok sayılmasının sonucuydu.
Koca bir coğrafya doğasıyla, kültürüyle, insanıyla enkazın altında bırakıldı.
Ama bugün umut da var, mücadelede de…
Umut, adalet arayışında.
Mücadele, halkın kendi kentini yeniden inşa etme iradesinde.
Bir de adalet mücadelesi var.
Adalet, rant düzenine karşı halkın hakkını savunmakta.
Adalet, depremin değil, ihmallerin ve yolsuzlukların öldürdüğünü haykırmakta.
Adalet, Hatay’ı, Maraş’ı, Adıyaman’ı…sermaye çarkına kurban ettirmemekte.
Ve Adalet de hatırlamakla başlar.
Unutmayacağız.
Unutturmayacağız!
* Cumhuriyet Halk Partisi TBMM Başkanvekili • Denizli Milletvekili
More Stories
Naci Görür’den farkındalık çığlığı
İsmail Küçükkaya o sözün ağırlığını tarif etmekte zorlandı: Öyle bir şey söyledi ki
Antalya’da yolcu otobüsü şarampole devrildi: 1 ölü, 32 yaralı